Masumiyet Karinesini İçselleştirdiğim Gün
Ceza hukuku, hukuk fakültesinin ikinci senesinde okutulmaya başlanır. Ben de Galatasaray Üniversitesi’ndeki hukuk öğrenimim kapsamında ceza hukuku dersini çok değerli hocalarım (ve aynı zamanda Galatasaray Lisesi’nden ağabeylerim) Prof. Dr. Köksal Bayraktar ve Doç. Dr. Ümit Kocasakal’dan aldım. 2003 yılının Eylül ayında Köksal Hoca’nın o kendine has üslubu ve kadife ses tonuyla bizlere açıkladığı ilk ceza hukuku mefhumlarından bir tanesi masumiyet karinesiydi. Basit bir anlatımla, masumiyet karinesi, suçu mahkeme kararıyla sabit olmadıkça hiç kimsenin hükümlü yani suçlu addedilemeyeceği, eş söyleyişle masum varsayılacağıdır. Masumiyet karinesi salt Türk hukukuna özgü bir kavram olmayıp, evrensel bir hukuk doktrinidir. Köksal Hoca bize masumiyet karinesini örnekler vermek suretiyle etraflıca açıkladı. Ben de notlarımı defterime itinayla geçirdim. Mutluydum. Masumiyet karinesinin ne demek olduğunu artık öğrenmiş miydim? Tabii ki evet. Birisi bana “Masumiyet karinesi nedir?” diye sorsa şakır şakır cevap verir miydim? Hem de nasıl! Peki, kişinin masumiyet karinesinin ne demek olduğunu öğrenmesiyle masumiyet karinesini içselleştirmesi aynı şey midir? Değildir. O sırada bir hukukçu adayı olan ben, bu gerçeği seneler sonra çok acı bir tecrübeyle öğreneceğimi nereden bilebilirdim ki…
2010 yılının yaz aylarıydı. Kendi avukatlık büromuzu kuralı yaklaşık bir sene olmuştu ve düzenimizi halen oturtamamıştık. Müvekkil edinme konusunda sıkıntı çekiyor, üstüne bir de sahada icra edilen gerçek avukatlığı öğrenmekle uğraşıyorduk. O sıralar büroda üç ortaktık. Bir ortağım artık kardeşim gibi olan yol arkadaşım Av. Alper Akdoğan, diğer ortağım ise artık bizimle çalışmayan ve fakat halen görüştüğüm ve çok sevdiğim bir başka avukat arkadaşımdı.
Bir akşam yemeği sonrası evde otururken cep telefonum uzun uzun çaldı. Cevap verdim. Arayan kişi hararetle konuşuyor, kardeşinin tutuklanıp cezaevine gönderildiğinden bahsediyor, ertesi gün için acil bir randevu talep ediyordu. “Kardeşinizin üzerine atılı suç nedir?” diye sordum. “Telefonda söyleyemem Avukat Bey ama benim kardeşim asla böyle bir şey yapmaz, yapmış olamaz.” diye yırtındı. “Peki. Yarın gelin, yüz yüze görüşelim.” dedim.
Ertesi gün sabah erkenden tamamı takım elbiseli ama kravatsız beş adam ofisimize geldi, toplantı odasında karşıma dizildi. Adamlar, tutuklu şüphelinin kardeşleri ve ağabeyleriydi. Önceki akşam benimle telefonda konuşan en büyük ağabey, yöresel şivesiyle, utana sıkıla ama gür bir sesle anlatmaya başladı:
“Avukat Bey, başımıza nereden böyle bir şey geldi bilmiyorum. Bize iftira atıyorlar. Benim kardeşim böyle bir şey yapmaz. Biz hepimiz kendisine kefiliz. Metris’e koymuşlar kardeşimi. Haydi hemen çıkalım cezaevine gidelim. Siz de bir konuşun kardeşimle.”
Adam bir yandan bunları söylerken bir yandan da dört parmak kalınlığında bir para destesini toplantı masasının üzerine koyuverdi. Desteyi bana doğru iterek “Haydi Avukat Bey!” dedi.
Paraya gerçekten ihtiyacımız olan bir zamanda böylesine yüksek bir meblağı kazanma fırsatını tabii ki kaçırmak istemiyordum. Ancak tutuklu şüphelinin yani müvekkil adayı şahsın neyle suçlandığını hala öğrenememiştim! Üsteledim. “Suçlamayı bilmeden sizinle cezaevine gelemem. Bu işte utanma sıkılma olmaz. Konuştuklarımız burada kalır. Şunu bir anlatın.” dedim. Bunun üzerine yaşça daha genç olan kardeşlerden bir tanesi cep telefonunu bana uzattı ve bir gazetenin internet sitesindeki bir haberi gösterdi. Haber içeriğinde bir ilkokulda temizlik görevlisi olarak çalışan, 50’li yaşlarda, gözü siyah bantlı fotoğrafı olan şüphelinin (müvekkil adayı) aynı okulda ikinci sınıf öğrencisi olan dokuz yaşında bir erkek çocuğunu fiili livata yolu ile istismar ettiği (halk ağzıyla tecavüz ettiği), şüphelinin tutuklanarak Metris Cezaevi’ne gönderildiği yazıyordu.
Vücut kimyam bir anda değişti. Ellerim terledi. İşi hemen reddetmedim ama belli etmesem de kafam çok karıştı. Büyük bir tereddüt içerisindeydim. Meseleyi ortaklarımla birlikte değerlendirmek istedim. Bir bahaneyle toplantı odasını terk ettim. İki ortağımı odama çağırdım, hemen geldiler. Kapıyı kapattım ve meseleyi hızlıca anlatıp demin bana gösterilen gazete haberini onlara da okuttum. Alper (halen birlikte çalıştığım ortağım) ilk anda net bir görüş ifade etmedi. “Yani ne diyeyim ki, zor dava, ölçüp biçmek lazım.” mealinde bir şeyler söyledi. Artık bizimle çalışmayan diğer ortağım ise en ufak bir duraksama dahi göstermeksizin kelimesi kelimesine şunları söyledi:
“Abi eğer siz bu işi alıp bu adamın avukatlığını yaparsanız ben hemen bugün bu ortaklığı bitiririm.”
Bu çıkış öyle bir çıkıştı ki ne Alper ne de ben hiçbir şey diyemedik, zira karşı çıkmak veya “Cezaevine gidip adamı bi görsek mi?” demek, dokuz yaşında günahsız bir çocuğu istismar etmiş bir adamın yaptığını -en azından ortağımızın gözünde- adeta tasdik etmek olacaktı. “Peki.” dedim. Toplantı odasına geri döndüm. Adamlara, kardeşlerinin üzerine atılı suçun bizim “uzmanlık alanımıza” girmediğini (o sırada ceza hukukunun hiçbir alanında uzman olmadığımızı da belirteyim), kardeşlerini bizden daha iyi savunabilecek bir avukat bulabileceklerini söyleyerek işi kibarca reddettim. Adamlar apar topar gittiler.
Rahatlamıştık! Üzerimizden bir yük kalkmıştı adeta. Birer çay alıp kendi aramızda konuşmaya başladık:
“Alınır mı abi öyle iş, bırak Allah aşkına!”
“Tabii abi olacak iş değil.”
“Bırak ya, çok iyi yaptık. Alsaydık, bu iş döner bizi bulurdu.”
Bunlara benzer cümleler havada uçuşuyordu. Öyle ya, bir suçluyu, suçlu ne kelime, bir çocuğu cinsel olarak istismar eden aşağılık bir yaratığı mı savunacaktık! Tabii ki hayır. Doğru karar verdiğimize emindik.
Aradan aylar geçti. Biz bu olayı tamamen unuttuk. Ta ki bir Cuma sabahına kadar;
O sabah büroya geldim. Bir yandan çayımı yudumluyor, bir yandan internet üzerinden gazetelere göz atıyordum. Ana sayfada bir haber hemen gözüme çarptı. Haberin başlığı “Vahim Olayda Şaşırtan Sonuç” idi. Sanki o anda başıma gelecekleri anlamıştım. Haber metnini çekinerek ve hızlıca okumaya başladım. Hani bazen okurken “Lütfen bu metin korktuğum gibi ilerlemesin.” diye içinizden dua edersiniz ya, işte o haber metni benim tam da korktuğum gibi ilerledi. Haberde özetle, yapılan yargılama neticesinde dokuz yaşındaki ilkokul öğrencisine karşı cinsel istismar suçunu işlediği iddiasıyla yargılanan sanık B.D.’nin masum olduğunun anlaşıldığı ve hakkında beraat kararı verildiği, mağdur çocuğu istismar eden kişinin, çocukla aynı evde yaşayan öz dayısı olduğunun ortaya çıktığı ve dayının tutuklanarak cezaevine gönderildiği yazıyordu.
Oturduğum yerde kalakaldım. Samimiyetle söylüyorum, hayatımda çok ama çok az durumda bu kadar çok üzülmüşümdür. Bir ara içimden, yerimden kalkıp, yan odaya geçip, işi alırsak ortaklığımızı bitireceğini söyleyen ortağıma avazım çıktığı kadar bağırmak geldi ama o kadar üzülmüştüm ki bu üzüntü tüm enerjimi alıp götürmüştü. Koltuğuma gömüldüm resmen, gözlerim karardı. Bu arada haberin bağlantısını e-posta ile ortaklarıma gönderdim. Birkaç saniye sonra yan odalardan “Yapma ya!”, “Olaya bak!”, “Vay anasını!” sesleri yükseldi. Sonra o sesler bir anda kesildi. Büroyu derin bir sessizlik kapladı. Hani şu çok şey anlatan sessizlikler vardır ya, işte onların içinden en nadide bir tanesini seçmişler de bizim büronun tam ortasına bırakmışlardı sanki. Belki yarım saat büroda çıt çıkmadı.
O anlam yüklü sessizlik boyunca ortaklarım ne yaptı bilmiyorum ama ben hep hayal kurdum: Zamanda geriye gittiğimi, beraat eden sanığın ağabey ve kardeşlerinin büromuza geldiği gün onları iyice dinlediğimi, tutuklu kardeşlerinin masum olabileceğine ufak da olsa bir ihtimal verdiğimi ve hatta onu masum varsaydığımı (bkz. masumiyet karinesi), daha sonra çıkıp hep birlikte cezaevine gittiğimizi, sanığın (o esnada şüphelinin) karşısına oturduğumu, gözlerinin içine baktığımı ve onu pür dikkat dinlediğimi, sanığın hal ve tavrından masumiyetine inandığımı ve avukatlığını üstlenmeyi kabul ettiğimi, dava dosyasına vekaletnamemi sunup dosyanın fotokopisini aldığımı, büroma gelip dosyanın içine gömüldüğümü, sanık lehine olan delilleri titizlikle belirlediğimi, duruşmada sanık müdafi olarak görev yaptığımı, yapılan yargılama neticesinde sanığın masumiyetinin nihayet ortaya çıktığını ve tabii ki sanık hakkında beraat kararı verilen o büyülü anı zihnimde bir film gibi tekrar tekrar oynatıp durdum. Ancak ne fayda! Zamanda yolculuk etmek ne yazık ki henüz mümkün değil. Ama inanın mümkün olsaydı dönmek isteyeceğim ilk zaman, suratını dahi görmeden gıyabında yargılayıp -üç büyük hukukçu olarak!-suçlu olduğuna saniyeler içerisinde karar verdiğimiz o adamın avukatlığını üstlenmeyi reddettiğimiz günün sabahı olurdu. Meslek hayatımda bundan sonra başıma gelecek belki de hiçbir olay, sanığın beraat ettiği o son duruşmada, mahkeme reisinin “Gereği Düşünüldü: Sanığın üzerine atılı suçu işlemediği anlaşıldığından BERAATİNE” dediği anda sanık müdafi olarak hissedebilme şansını elde ettiğim ama hissedemediğim o muhteşem duyguları bana yaşatmayacak.
Olumsuz her olayın mutlaka olumlu bir yönü de olduğuna yürekten inanırım. Başımdan geçen bu gerçek hadisenin benim üzerimdeki yegane olumlu etkisine gelince;
Ben, o gazete haberini okuduğum Cuma sabahı, masumiyet karinesinin ne demek olduğunu -bu sefer gerçekten!- öğrendim.
Yorumlar
Hukuksal dili nedir bilmiyorum ama suç kesinleşmedikçe her zanlının masum olabileceğine inananlardanım.
İlginiz için teşekkür ederim Nurten Hanım. Kesinlikle doğru düşünüyorsunuz.